GEBELİK VE BESLENME
Gebelikte beslenme diğer dönemdeki beslenmelerden çok daha önemlidir.Bebeğin tek kaynağı vardır, o da annesidir.Gebelikte beslenme hem bebeğin büyüyüp olgunlaşması hem de annenin gereksinmelerinin karşılanması nedeniyle dikkat edilmesi gereken bir konudur.Uygun kilodayken gebe kalan sağlıklı bir kadında doğru beslenmeyle gebeliğin sonunda yaklaşık 9 ila 12 kilo civarında bir ağırlık artışı görülür.
Gebeliğin değişik safhalarındaki değişik ihtiyaçlar dolayısıyla bu artış ilk üç ay içinde ayda 1 kilogram, ikinci ve üçüncü üç aylarda ise ayda 1.5 ile 2 kilo düzeyinde tutulmalıdır. Aşırı bir ağırlık artışı ise hem annede hem de bebekte istenmeyen sonuçlar doğurabilmektedir.
Gebelik ne beslenme alışkanlıklarının ne de damak zevkinin değiştirilmesini gerektirmez. Dengeli ve çeşitli beslenme önemlidir. Yapacağınız tek şey doğal, taze ve bol çeşitli besinler almaktır.
Gebe olduğunuzu anladığınızda bunlardan hangilerini düzenli olarak yediğinizi ve yiyecekleriniz arasında bebeğe zarar verecek bir şey olup olmadığını araştırın.
KALSİYUM
Bebeğinizin gebeliğin 8. haftasında oluşmaya başlayan kemik ve dişlerinin gelişimi için kalsiyum önemlidir. Gebelikte normalde gerek duyduğunuz miktarın iki katı kadar kalsiyum gereklidir. Kalsiyum açısından zengin besinler arasında peynir, süt, yoğurt ve yeşil yapraklı sebzeler sayılabilir.
Ancak süt ürünlerinin yağ açısından da zengin olduğunu unutmayın. Bu nedenle yağı alınmış süt ve yoğurdu tercih edebilirsiniz.
Artan günlük kalsiyum gereksinimini şunlarla giderebilirsiniz: 85 gr yağsız peynir, 7 dilim beyaz ekmek, 2 bardak süt, 170 gr sardalye.
Kalsiyumdan zengin besinler:
Beyaz ekmek
Yarım yağlı peynir
Yağı alınmış süt
Taze badem
Sardalye balığı
Lor peyniri
PROTEİN
Gebelikte protein gereksinimi arttığı için protein içeren çeşitli besinleri almalısınız. Balık, et, kuru baklagiller ve sütten yapılan besinler protein açısından zengin olduğu için alınmalı, etin yağsız kısmı tercih edilmelidir.
Proteinden zengin besinler:
Tavuk eti ü Balık
Yoğurt
Yer fıstığı
Fıstık ezmesi
Yağsız kırmızı et
Yumurta
Mercimek
Kaşar peyniri
C VİTAMİNİ
C vitamini plasenta için yaralıdır. Vücudunuzun hastalık etkenlerine karşı direncini arttırır ve demirin bağırsaklarda emilimini kolaylaştırır. C vitamini taze meyve ve sebzelerde bulunur. Vücutta depolanmadığı için her gün belli bir miktar alınmalıdır. Uzun süre saklanan ve pişirilen besinlerde C vitaminin çoğu kaybolur. Bu nedenle besinleri tazeyken tüketmeli, sebzeleri çiğ ya da az haşlayarak yemelisiniz.
C vitaminden zengin besinler:
Lahana
Greyfurt
Karnıbahar
Brokoli
Domates
Yeşil ve kırmızıbiber
Brüksel lahanası
Portakal
Patates
Çilek
LİFLİ GIDALAR
Günlük beslenmenizin büyük bir bölümünü oluşturması gereken lifli (posalı) yiyecekler gebelikte sık görülen kabızlığın önlenmesinde çok yararlıdır. Sebze ve meyveler lif açısından zengindir.
Her gün bolca yiyebilirsiniz. Kepekli besinler de lif içerir ancak diğer bazı besinlerin emilimini bozduğundan dolayı fazla yenmemelidir.
Lifli gıdalardan zengin besinler:
Kepekli ekmek
Ahududu
Pirinç
Kuru üzüm
Bezelye
Kepekli makarna
Kuru kayısı
Kuruyemiş
Pırasa
FOLİK ASİT
Bebeğin merkezi sinir sisteminin gelişmesi için özellikle ilk haftalarda folik asit gereklidir. Vücutta depolanmadığı ve gebelik süresince normalden fazlasına gerek duyulduğu için her gün alınmalıdır. Taze yeşil sebzeler folik asit kaynağıdır. Pişirme içindeki folik asit miktarını azaltacağı için çiğ yada az haşlayarak yemelisiniz.
Folik asitten zengin besinler:
Ispanak
Fındık
Kepekli ekmek
Yer fıstığı
Karnabahar
DEMİR
Gebelikte hem bebeğin doğumdan sonra kullanacağı demirin depolanması hem de gebelik nedeniyle artan kan dolaşımına yeterli oksijen taşınabilmesi için fazla miktarda demire ihtiyaç vardır. Hayvansal yiyeceklerdeki demir, sebze ve kuru meyvelerde olandan daha kolay emilir.
Et yemiyorsanız, demirin emilimini arttırmak için aldığınız besinlerin C vitamini açısından zengin olması gerekir. Diyet demir eksikliğini gidermek için tek başına yeterli olmaz. Dolayısıyla artan demir ihtiyacını karşılamak için demir içeren ilaçların alınması gerekir. Demir bebeğin ve annenin ana ihtiyaçlarından biridir.
Demir eksikliği sonucunda yorgunluk hissi ve konsantrasyon güçlüğünün yanı sıra cilt ve mukozadaki solukluk, saç dökülmesi gibi bazı fiziksel belirtiler de ortaya çıkar.
Demirden zengin besinler:
Yağsız kırmızı et
Ton balığı
Karaciğer ve sakatatlar
Üzüm
BEBEĞİNİZİ KORUYUN!!
Gebeliğiniz sırasında aldığınız besinler plasenta aracılığı ile bebeğinize de geçmektedir. O yüzden bebeğinize zararlı olabilecek besin maddelerinden korunmanız gerekir.
Yağlar: Dengeli bir diyette toplam enerji ihtiyacının %30’ u yağlar tarafından karşılanmalıdır. Tüketilecek yağların seçiminde bitkisel kökenli olanlar (zeytin, mısırözü yağları) hayvansal olanlara (tereyağı, iç yağı) tercih edilmelidir.
İşlenmiş yiyecekler: Konserve gibi işlenmiş yiyeceklerden gebeliğiniz süresince uzak durmalısınız. Bu tür yiyeceklere genellikle fazladan şeker yada tuz katılmıştır, fazlaca yağ içerebilirler, içlerinde gereksiz koruyucu, tatlandırıcı, renklendiriciler bulunabilir. Ürünlerin etiketlerini dikkatlice okuyup yapay maddeleri içermeyenleri yada en az içerenleri seçmelisiniz.
Dondurulmuş yiyecekler: İşyeri yemekhanelerinden verilen sıcak yemeklerden, önceden pişirilmiş süper market yiyeceklerinden, yeni pişirilmiş ve sıcak olmayan tavuk etinden sakınmanız gerekir. Bunlarda bebeğinize geçip tehlike yaratabilecek bakteriler bulunabilir.
Süt ve peynir: Tam mayalanmamış taze peynir ve pastörize edilmemiş süt de zararlı olabilir. Mutlaka pastörize edilmiş süt içmelisiniz.
Sıvılar: Gebelikte böbrekleri çalıştırmak ve kabızlığı önlemek için bolca sıvı içilmesi yararlıdır. En iyi içecek sudur. Bu nedenle gebelikte istediğiniz kadar bol su içebilirsiniz. Günde 6–8 bardak su tüketilmesi önerilmektedir.
Çay, kahve, kakao: Bunların hepsinde bulunan kafeinin sindirim sistemine bazı zararlı etkileri vardır. Kafein içeren içecekleri günde 3 fincandan fazla içmemeniz doğru olur. Hatta dayanabilirseniz bu tür içeceklerden gebeliğiniz boyunca uzak durun.Yerine taze sıkılmış meyve sularını tercih edin.
Bitki çayları: Gebelik sırasında bitki çayları içmek istiyorsanız bunların etkilerini iyice araştırmakta fayda vardır. Paketlenmiş olarak satılan hazır bitki çaylarının bir bölümünde bebeği etkileyebilecek katkı maddeleri olabilir, ancak çoğunun bebeğe zararı yoktur. Hatta ahududu yaprağından hazırlanan çayın doğumu eskiden beri kolaylaştırdığına inanılır. Şeker: Kek, bisküvi, reçel ve meşrubat gibi şekerli yiyecek, içecekte gerekli temel besin maddeleri azdır, kilo almanıza neden olabilirler. Enerjinizi ekmek gibi karbonhidratlardan almanız, şekeri azaltmanız yaralıdır.
Tuz: Çoğu insan gereğinden fazla tuz tüketir. Gebelikte ise aldığınız tuzun miktarını düşürmeniz önemlidir. Fazla tuz bacaklarda şişmelere, sonuç olarak tansiyonunuzun yükselmesine yol açar.
GEBELİKTE EN YARARLI BESİNLER:
Süt, yoğurt, peynir(kalsiyum, protein)
Yeşil yapraklı sebzeler (c vitamini, lif, folik asit)
Yağsız kırmızı et (protein, demir)
Tavuk eti (demir, protein)
Sardalye (kalsiyum, demir, protein)
Portakal ( C vitamini, lif )
Balık (protein)
Kepekli ekmek (protein, lif, folik asit)
GEBELİKTE YENİLMESİ SAKINCALI GIDALAR:
Yüksek cıva seviyesi içeren derin su balıkları, deniz kabukluları, midye, denizkestanesi.
Çiğ, iyi pişmemiş et, tavuk ve balık (Suşi)
Çiğ yumurta
Taze pastörize olmayan peynir
Pastörize edilmemiş süt ve meyve suları
Çiğ sosis, salam, sucuk, pastırma
Karaciğer, dalak, böbrek
Hazır yemekler
Kızartmalar
2 fincandan fazla kahve ve siyah çay
Bitki çayları (sadece doktorunuzun izin verdiklerini kullanın)
GEBELİKTE ÖNERİLEN BESİN MİKTARI:
Sabah kahvaltısı:
1 su bardağı süt (200cl)
Beyaz peynir ( 1–2 kibrit kutusu kadar) 30-60 gr
1 yumurta
1 dilim ekmek
Şeker 15–30 gr
Öğle yemeği:
1 porsiyon et (ızgara-haşlama) 200 gr.
1 porsiyon sebze. 200 gr
½ su bardağı yoğurt 100 gr
1 porsiyon meyve (200–250 gr)
AİLE PLANLAMASI NEDİR?
Ailelerin istenilen sayıda çocuk sahibi olabilmeleri için uygulanan yöntemlere “Aile planlaması” denir.
Spiral, doğum kontrol hapları, prezervatif kullanımı, aylık ve üç aylık depo iğneler, cilt altı implantları, erkekte ve kadınlarda tüplerin bağlanması, sperm öldürücü (spermisid) jel, fitil ve kremler bu yöntemler arasındadır.
Bir kadının bir adet kanamasının başlangıcından diğer adetinin kanamasına kadar geçen süreye “bir adet ayı (=bir siklüs)” adı verilir. Normalde modern bir kadın hayatı boyunca ortalama 420 adet siklüsüne sahiptir.
“Nüfus planlaması” ise bir ülkenin politikaları gereği yasaları ile doğurganlığın sınırlandırılmasıdır. Bu ülkelere örnek olarak Çin’i verebiliriz.
Bizim ülkemizde aile planlaması yöntemleri devlet tarafından desteklenirken, nüfus planlaması benimsenmemiştir.
Bizim gibi gelişmekte olan ülkelerde aile planlaması yöntemi olarak “Sterilizasyon” adı verilen kesin kısırlaştırma işlemleri ve spiral (RİA, Rahim İçi Araç) uygulamalarına en sık olarak başvurulmaktadır.
Gelişmiş ülkelerde ise doğum kontrol hapları ile erkeklerde prezervatif (kondom, kılıf) kullanımları daha yaygındır.
HANGİLERİ EN ETKİLİDİR?
“Sterilizasyon” adı verilen kesin kısırlaştırma işlemi en etkili, fakat geri dönüşümü olmayan doğum kontrol yöntemidir.
Sterilizasyon eğer kadında uygulanırsa bu işleme “Tüp ligasyonu (Tüplerin Bağlanması)” adı verilip, yumurtalıklardan rahime bir köprü konumunda bulunan kanalların küçük bir operasyonla bağlanmasıdır.
Erkekte ise “Vazektomi (Tüplerin Bağlanması)” adı verilen işlemle, spermlerin üretildiği testisler ile erkek üreme organları arasındaki kanalların küçük bir cerrahi operasyonla bağlanabilir. Vazektomi sonrası 6 hafta veya 15 ejekulasyon (meninin boşalması) sonrası ancak kesin kısırlık gelişir.
Yapılan araştırmalar; bizim gibi gelişmekte olan ülkelerde, spiral uygulamalarının gebelikten koruyucu etkinliği doğum kontrol haplarına göre çok az da olsa üstünlüğünü göstermiştir. Doğum kontrol hapları alan hastanın bilinçli olması ve ilacını düzgün şekilde kullanması (uyuncunun iyi olması) son derecede önemlidir.
Ancak unutulmamalıdır ki; hangi yöntem kullanılırsa kullanılsın her türlü adet gecikmesinde öncelikle bir gebelik testi yapılmalıdır. Çünkü hiçbir korunma yönteminin %100 koruyuculuğu yoktur.
HANGİ YÖNTEM DAHA İYİDİR?
Aslında, bu sorunun cevabı yoktur. Korunmak için pek çok alternatif vardır ve seçilecek yöntem “kişiye özgü” olmalıdır. Uygun yöntemi bulmak için bir jinekologa gidip danışmanız ve gerekirse genel bir muayeneden geçmeniz gerekebilir.
Muayene sonrası her kişiye uygun bir doğum kontrol yöntemi belirlenebileceği gibi, herkes için en uygun doğum kontrol hapı veya en uygun spiral çeşidi de yine bir kadın doğum uzmanı tarafından önerilip uygulanabilecektir.
Doğum kontrol yöntemi seçiminde kişinin yaşı, doğum yapıp yapmadığı, adetlerinin düzeni, alışkanlıkları, cinsel yaşantısı gibi pek çok faktör rol oynar. Bu nedenle “sizce en uygun doğum kontrol yöntemi nedir?” sorusu yerine “benim için en uygun doğum kontrol yöntemi nedir?” öncelikle sorulmalıdır.
Bu soruya en doğru ve gerçekçi cevabı ise doktorunuzla birlikte, siz ve partneriniz ortaklaşa verecektir.
HAMİLELİKTE FOLİK ASİTİN ÖNEMİ
Folik Asit, yeşil yapraklarda yaygın olarak bulunan, bebekte sinir sistemi hastalıkları riskini azaltan, hücre büyümesi ve organ gelişiminde rol oynayan bir B vitaminidir (B9). İnce bağırsakta emilir, karaciğerde metabolize olur.
Vücudun tüm biyolojik olaylarında yer alan DNA ve kan hücrelerinden alyuvar oluşumu, aminoasit metabolizması, hücre büyüme ve yenilenmesi için dışarıdan vücuda alınması gereken önemli bir vitamindir.
B9 vitamini (Folik Asit) depolamaz. Genellikle vücut rezervleri bir kaç ay için yeterlidir ve dolayısıyla vücut için daimi folik asit kaynağı yoksa eksiklik yaşamak çok kolaydır. Doğum kontrol ilaçlarının kullanımı sırasında ve sara (epilepsi) tedavisinde kullanılan bazı ilaçlara bağlı olarak da Folik Asit eksikliği gelişebilir.
Folik Asit suda eriyen bir vitamin olup, eksikliğinde”pernisyöz anemi”denilen bir kansızlık türüne yol açtığı bilinmektedir.
Başlıca Folik Asit yönünden zengin besin maddeleri ise şunlardır:
Fasulye, fındık,ceviz, yumurta sarısı, tahıllar, mercimek, kuşkonmaz, ıspanak, yer fıstığı, portakal, tahıl ekmeği, marul, brokoli gibi yeşil yapraklı sebze ve tahıllar.
Ancak, ışık, ısı ve gıda işleme folik asiti kolayca yok edebilir, dolayısıyla, azami yararı sağlayabilmek için sebze ve meyveleri taze olarak veya mümkün olduğu kadar az pişirilmiş şekilde tüketmek en iyisidir.
Fetal Sinir Sistemi gelişiminde Folik Asitin önemi
Konsepsiyondan sonraki 22-28. günlerde embriyoda nöral tüp oluşur ve kapanır. Nöral tüpten daha sonra omurilik, beyin ve kafatası gelişir. Nöral tüpün kapanmaması sonucu nöral tüp defektleri (NTD) oluşur.Fetal gelişimin ilk günleri, pek çok hasta henüz gebe olduğunu bile fark etmeden önceki dönem olduğu için, folik asit tedavisine gebeliğin birinci ayından sonra başlamak NTD’ni önlemek açısından fayda sağlayamamaktadır. Bu nedenle Amerikan Halk Sağlığı Servisi gebe kalma ihtimali olan her kadının günde 400 μg (mikrogram) folik asit almasını önermiştir. Yapılan araştırmalar sonucu gebe kalmadan önce ve gebeliğin ilk aylarında günde 400 mikrogram (0.4 miligram) alınan folik asitle, bebeklerde ciddi beyin ve omurilik hastalıklarının yüzde 70 oranla azaldığı gözlenmiştir.
Özellikle hücre bölünmesinde ve hücrenin genetik yapısının oluşmasında önemli rol oynayan folik asit, gebeliğin 2-12. haftaları arasında yeterli miktarda alınamazsa özellikle beyin ve omurilik ile ilgili anormalliklerle birlikte doğumsal gelişim bozuklukları gösterebilir. Omurganın kapanmayarak açık kalması (spina bifida), beyinin gelişmemesi (anensefali), beyinin kafatası kemiğinden dışarı çıkması gibi (meningomyelosel) en sık rastlanan sinir sistemi hastalıklarını oluşturmaktadır.
Son yıllarda gebe kalmadan önce folik asit kullanmaya başlayanlarda nöral tüp defekti oluşumunun daha az olduğu, önceden nöral tüp defektli doğum yapıp folik asit kullananlarda da nüks olasılığının azaldığı bilimsel olarak kanıtlanmıştır.
Epilepsi (sara) hastası gebelerde Folik Asit kullanımı ve dikkat edilecek hususlar
Epilesi hastası gebeler Günde 1 mg Folik Asit mutlaka almalıdırlar.
Epilepsili gebelerde Folik Asit yüksek dozlarda kullanıldığı takdirde, karaciğerde mikrozomal enzimleri indüklemek suretiyle antiepileptik (karbamazepin, valproik asit, fenitoin ve fenobarbital gibi) ilaçların etkinliğini azaltmaktadır. Diğer taraftan ise antiepileptik ilaç alan kadınlar Folik Asit eksikliği gelişimi açısından risk grubundadırlar. Bu nedenle epilepsili hastalarda Folik Asit dozu iyi ayarlanmalı ve sıkı takip edilmelidir. Antikonvülzanlar aynı zamanda 1-25 dihidroksi-kolekalsiferol oluşumunu azalttıklarından, bu ilaçları alan kadınların günde 1 mg Folik Asit desteğinin yanı sıra D vitamini almaları önerilmektedir . Ayrıca antiepileptik ilaç kullanan gebelerde doğum öncesi kanama riskinin yüksek olduğu hallerde yeni doğanın hemorajik hastalığı açısından dikkatli olunmalıdır.
Folik Asit kullanımı ile ilgili öneriler;
1. Folik Asit kullanımına gebe kalmadan 6-8 hafta önce başlamalı ve gebeliğin ilk 12 haftası boyunca sürdürülmelidir.
2. Gebelik planlayanlar folik asitten zengin besinleri tüketmeli ve bunları fazla pişirmekten kaçınmalıdır.
3. Günlük 400 mikrogram (0.4 mg)Folik Asit alımı yeterlidir.
4. Daha önce nöral tüp defektli gebelik öyküsü olanlarda doz 4000 mikrogram / gün (4 mg /gün) olarak planlanan gebeliğin en az 3 ay öncesinden verilmeli ve gebeliğin ilk 12 haftası boyunca aynı dozda sürdürülmelidir. Bu gebelerde tek başına folik asit içeren ilaçlar tercih edilmelidir.
5. Antikonvülzan alan kadınların günlük folik asit alımı 1mg’a yükseltilmeli ve antikonvülzan düzeyleri dikkatle izlenmelidir.
6. Gebe kalmadan önce Folik Asit kullanmayanlar da, gebelikleri farkedildiği anda folik asit başlayıp, 12. haftaya kadar sürdürmeli ve lohusalık döneminde de devam edilmelidir.
NORMAL DOĞUM – SEZARYEN
Doğum olayına yaklaşım, çağlar içinde büyük değişime uğramıştır. ”Ağrısız Doğum” un keşfi ile doğum, anne adaylarının hafızasında şiddetli ağrı verici bir olay olmaktan çıkmıştır.
Teknolojik gelişmelerin, ameliyat teknik ve materyallerinin gelişmesi, anestezi komplikasyonlarının giderek azalması ile sezaryen, giderek daha fazla uygulama alanı bulmuştur.
Günümüzde doktorlar arasında bile, hangi yöntemin üstün olduğu tartışma konusudur. Anne ve baba adaylarını gebeliğin son dönemlerine girdikçe en çok düşündüren konuların başında doğum şeklinin nasıl olacağı gelmektedir.
Normal doğum veya sezaryen olmasını belirlemekte;
1)Ailenin isteği (özellikle annenin isteği)
2)Fetüsün ve gebenin izlenmesi sırasında anne ve bebeğin yaşam kalitesi ve yaşam devamlılığı için gereken yöntemin doktor tarafından belirlenmesi
3)Doğumu yaptıracak kurum ve kuruluşların yaklaşımı etkili olan majör faktörlerdir.
NORMAL DOĞUM
Fizyolojik bir olaydır. Doğum sonrasında anne birkaç saat içerisinde normal aktivitesine dönebilmekte ve bebeğini çok kısa bir sürede emzirmeye başlayabilmektedir. Böylece anne ve bebek arasındaki duygu temasının daha kısa sürede başladığı ve daha güçlü olduğu söylenmektedir. Bebeğin akciğerleri normal doğumda soluk alıp vermeye daha hazırlıklı olmaktadır.
Olası komplikasyonlar:
Normal doğum takibi özellik taşır, ani problemlere hazırlıklı olunmalıdır.
Bebek aniden strese girebilir, kalp atımları yavaşlayabilir.
Bebeğin başı doğduktan sonra bebeğin omuzu annenin pelvis kemiklerine takılabilir.
Doğumun herhangi bir aşamasında sezaryene hazırlıklı olunmalıdır.
Ender de olsa doğum süresi uzaması sonucu bebek oksijensiz kalabilir ve zeka (mental), motor fonksiyon geriliğine neden olabilir.
Hızlı ve iri bebek doğumlarında yırtıklar olabilir.
Bu durum ileride vagenden dışkı gelmesi ya da idrar kaçırma şikayetlerine neden olabilir.
Bu komplikasyonlarla karşılaşmamak için doğumun hastanede takibi en uygun yaklaşımdır.
Doktorun doğum sırasındaki uyarıları dikkate alınmalı ve gereğinde anne ve bebeğin sağlığını riske atmamak için doğum yönteminin değiştirilebileceği fikrine hazırlıklı olunmalıdır.
Normal doğumun ne zaman olacağı saat ve yer olarak belirlenemez.
Doğumun uygunsuz zaman ve ortamda başlayabileceği, hastaneye yetişememe veya doktoruna ulaşamama korkusu anne adaylarını sezaryene yöneltmektedir.
Normal doğumda şiddetli ve uzun süreli doğum sancısı çekileceği korkusu da anneyi sezaryene yönlendirebilir.
Günümüzde popülarite kazanan ağrısız doğum bu korkuyu bir dereceye kadar azaltmıştır.
SEZARYEN
Sezaryen, çok yakın geçmişte bir doğum şekli değil de, bir komplikasyon olarak kabul edilmekteydi. Oysa bir çok durumda sezaryen hem anne hem de bebek için hayat kurtarıcı olabilen bir doğum şeklidir. Doğum travması, bebek açısından en az düzeye inmiştir. Normal doğumda anne adayı ve doktoru bekleyen olası kötü sürprizlerin bir çoğu sezaryenle azaltılmıştır.
Özellikle belli durumlarda sezaryen kaçınılmazdır:
• Bebek ile doğum kanalı arasındaki belirgin uyumsuzluklar (Baş-pelvis uygunsuzluğu; iri bebek, çatı darlığı),
• Doğum sırasında bebekte hipoksi bulguları (Fetal Distres),
• Bebeğin doğum kanalına uygun pozisyonda girmemesi (Makat, ayak, yan geliş),
• Anne adayı önceden sezaryen, myom ameliyatı gibi rahim operasyonu geçirmişse,
• Plasenta previa , ablasyo plasenta tespit edildiğinde,
• Ağrı zaafı (doğumu sağlayacak rahim kasılmalarının yetersizliği),
• Doğumun acil sonlandırılması gerektiğinde (ağır preeklampsi, eklampsi gibi),
• Doğumun beklenen şekilde ilerlememesi,durumlarında sezaryen uygulanır.
Son yıllarda sezaryenle doğumlarda büyük artış göze çarpmaktadır. Bunun başlıca nedeni anne adaylarının kendilerinin sezaryen olmak istemesidir. Anneler normal doğumdan korkmaktadır.
Sezaryen sonrası hastanın kendine gelip bebeğini emzirmeye başlaması 2-3 saatte olur ve hastanın normal yaşamına dönmesi 4-5 gün sürebilir. Zaman zaman dikiş yerlerinde ağrı olabilir, enfeksiyon gelişebilir.
Sezaryen, sonuç olarak bir cerrahi girişimdir. Her cerrahi müdahale gibi riskler taşır. Mesane ve barsaklar gibi komşu organların dikkatle korunması, uygun ameliyat tekniği, antibiyotik ile koruma, genel anestezi yerine epidural anestezinin seçilmesi riskleri en az düzeye indirecektir.
Doğum şeklini, aile-bebek-hekim üçlüsünün kararı belirler.
BEBEK GELİŞİMİ
1.Ay Neler Yapabilir?
– Ağzını açıp, meme başını arar, emme ve yutma hareketleri yapar.
– Ellerini yumruk yapıp ağzına götürür,
– Uyanık olduğunda sizin yüzünüze bakar ve sesinizi dinler,
– Oynarken ayakları ve ellerine dayanıp itebilir.
– Sırt üstünden, yana dönmeye çalışır,
– Parmağınızı emmeye çalışır,
– Aç, huzursuz ve sıkıntılı olduğunda ağlayarak ilişki kurmaya çalışır.
– Günün büyük çoğunluğunda uyur, 2-3 saatte bir uyanıp beslenmeye çalışır.
– Oturur durumda başını, ara sıra dik tutabilir
– Yüzükoyun yatırılınca başını titreterek kaldırabilir.
– Avucuna konan parmağı sıkı sıkı tutar
– Çıngırak ve zil sesine tepki duyar.
– Bakışlarını yanına gelen kişi üstünde tutar.
Değişiklikler
– Göz kasları geliştikçe göz hareketlerini daha kontrollü yapmaya başlar. Göz kasları hala tam olarak gelişmediği için de, zaman zaman göz hareketleri kontrolsüz olabilir. -Kişilik gelişmeye başlar, bu nedenle bazı bebekler huysuz ve çok gürültülü iken diğer bebekler sakin ve sessiz olabilir.
– Birinci ayın sonuna doğru, sizin konuşmalarınıza, seslerinize ve dokunmanıza yanıt olarak gülümsemeye başlar. Bu, bebeğinizin sosyalleşmeye başlaması demektir.
– Beslenme şeması gittikçe daha düzenli olmaya başlar. Oyunlar
– Bebeğinizin yüz ifadelerini ve onun çıkardığı sesleri taklit edebilirsiniz.
– Bebeğinizin kulağına yumuşak bir ses tonu ile konuşup, müzik çalabilirsiniz.
– Bebeğinizi, başını destekleyerek omzunuzda taşıyınız, böylece dünyayı görmesine yardımcı olunuz.
– 20-30 cm. mesafeden bebeğinize resimler, basit şekilli, parlak renkli objeler gösterebilirsiniz.
– Onun yatağının kenarlarına ufak, hareketli, parlak hayvan figürleri asabilirsiniz.
– Bebeğinizi kucağınıza alın, ilgilenin, öpün ve ona sarılıp uzanın. Bebeğinizle konuşun ve onu ismi ile çağırın.
2.Ay Neler Yapabilir?
– Seslerle, mimiklerle cilve yapar, dış dünya ile ilişkisi gelişir. Daha az ağlar.
– Yalnız bırakılırsa protesto eder. Sosyal olmak ister.
– Farklı renk ve oyuncaklardan hoşlanır. Uyaranlara yanıtı çeşitlenir.
– Objeye uzanır, yakalayabilir, birkaç saniye tutabilir.
– Yavaş hareket eden objeyi bir yandan diğer yana kadar izleyebilir.
– Kafasını objeyi görebilmek için çevirir.
– Yüzükoyun yatarken dirseklerden destek alarak başını kaldırabilir.
Değişiklikler
– Başını ve gövdesini daha iyi kontrol eder, hareketleri daha az kütleseldir.
– Hareketleri daha gelişir. Herşeyi gözler, yakalar ve emmek için ağzına götürür
– El ve parmakları ile ilgilenir, uzun süre onlara bakar. Elini kullanmayı öğrenir, objeye uzanır.
– Görmesi neredeyse tamdır. Objeleri tüm ayrıntıları ile görür.
– Uyku, uyanıklık ve yeme düzeni daha belirginleşir. Oyunlar
– Bebeğinizle oynarken yüzünüzün tamamının onun için profilinizden daha ilgi çekici olduğunu unutmayın, direkt ona bakın.
– Pek çok farklı obje gösterin. Bunun için parlak renkli, dinlemesi, dokunması, izlemesi ilginç olan ama ağzına götürdüğünde yutma riski olmayacak kadar büyük oyuncaklar seçin. Yakalaması, ulaşması için onu cesaretlendirin.
ÇOCUKLARI TUZLU YEMEYE ALIŞTIRMAYIN |
ÇOCUKLARI TUZLU YEMEYE ALIŞTIRMAYIN
Gereğinden fazla tuz tüketimi başta hipertansiyon olmak üzere mide kanseri, kalpte büyüme, kalp yetmezliği, böbrek taşı, kemik erimesi, böbrek hastalığına yol açıyor.
Tuz tüketimi ise çocukluk çağında başlıyor. Prof. Dr. Tekin Akpolat, annelere seslendi ve “Çocukların mamasına tuz atarken bir kez daha düşünün!” dedi.
Hipertansiyondan mide kanserine kadar birçok hastalığa zemin hazırlayan aşırı tuz tüketiminin önüne geçilmeye çalışılırken uzmanlar, çocukluk çağında oluşturulan damak tadının gelecekteki tuz tüketimini etkilediğini belirtti. Ondokuz Mayıs Üniversitesi (OMÜ) Nefroloji Bilim Dalı Öğretim Üyesi Prof. Dr. Tekin Akpolat, “İlerleyen yaşlarda insanlara tuzsuz yemek zor geliyor, oysa çocukluğundan beri tuzsuz yemeye alışan kişilerde bu sorun yaşanmıyor.” dedi. Akpolat, tuz tüketiminin azaltılmasında özellikle annelere çok büyük bir görev düştüğünü söyledi. Damak tadının bebeklikten itibaren oluşmaya başladığını belirten Akpolat, bebeklerin, çocukların yemeklerine çok az tuz atılması gerektiğini, tuzsuz yemeye alışan bir çocuğun ileride de yiyecekleri tuzsuz tüketmek isteyeceğini vurguladı. Tuz tüketiminin azaltılmasının birçok hastalığın tedavisi için gerekli olduğunu ifade eden Akpolat, “Türkiye’de tuz tüketimi ortalama 18 gram. Normalde 4-5 gram olması gerekir.
İnsanlar hiç tuz kullanmasalar bile düzenli ve dengeli beslendiklerinde, vücutlarının ihtiyaç duyduğu besinleri aldıklarında, tükettikleri sebze ve meyveyle bu tuzu alırlar zaten.” dedi. Prof. Dr. Akpolat, tuz alımının günde sadece 3 gram eksilmesiyle yıllık sağlık harcamasının 10-24 milyar dolar azalabileceğine dikkat çekti.
TUZU AZALTMAK İÇİN NE YAPILABİLİR?
Prof. Dr. Tekin Akpolat, alınabilecek önlemlerin bazılarını şöyle açıkladı: Ekmekteki tuz oranının düşürülmesi, yemeğe pişerken tuz atılmaması, soslardan, salamuradan, işlenmiş gıdalardan hazır çorba, et suyu tabletlerinden uzak durulması, tuzu azaltılmış peynir tüketilmesi, yemeklerin tuz yerine nane, kekik, sarımsakla tatlandırılması…
SONBAHARDA NEDEN DAHA FAZLA HASTA OLURUZ? |
SONBAHARDA NEDEN DAHA FAZLA HASTA OLURUZ?
Sonbaharda sıklığı artan enfeksiyon hastalıkları soğuk algınlığı, nezle, grip (influenza), tonsillit ( bademcik iltihabı ), farenjit (boğaz iltihabı ), larenjit (ses telleri bölgesi olan larenksin iltihabı ), sinüzit, otitis media (orta kulak iltihabı ) bronşit ve pnomoni (Zatürree) dir.
Sonbaharda neden daha fazla hasta oluruz?
Sonbahar hastalıkları denilince akla ilk olarak bu mevsimde iklimsel, sosyal ve fiziksel değişikliklere bağlı olarak ortaya çıkan veya sıklığı artan hastalıklar gelmektedir. Bunların çoğunluğu enfeksiyon hastalıkları, yani mikrobik hastalıklardır. Sonbaharda havanın soğuması, hava kirliliğinin artması, toplu ve sıkışık ortamlarda yaşam, okulların açılması ile özellikle çocukların rezervuar olduğu soğuk algınlığının sürekli bulaşması bu hastalıkların oranını artırmaktadır.
Vücudumuzun direncini kıran bir çok değişiklik de bu artışa katkıda bulunur. Güneş ışınlarından daha az yararlanırız, fiziksel stres sıcak havalara göre daha fazladır, cilt soğuğa bağlı olarak kurur ve bütünlüğü kolayca bozularak enfeksiyon ve alerjik reaksiyonlara eğilimi artar, burun ve ağız içini döşeyen mukoza dediğimiz dokuların soğukla kuruması ve koruyucu mekanizmaların iyi çalışamaması mikropların vücuda kolayca girişine neden olur, beslenmede daha ağır ve sağlıksız besinlere yönelinir, hareketsizlik artar ve metabolizma kötü yönde etkilenir.
Sonbaharda sıklığı artan enfeksiyon hastalıkları soğuk algınlığı, nezle, grip (influenza), tonsillit ( bademcik iltihabı ), farenjit (boğaz iltihabı ), larenjit (ses telleri bölgesi olan larenksin iltihabı ), sinüzit, otitis media (orta kulak iltihabı ) bronşit ve pnomoni (Zatürree) dir.
Hastalık belirtileri nelerdir?
Soğuk algınlığı, nezle ve grip virus denilen çok küçük mikroplarla oluşan hastalıklardır. Belirti olarak halsizlik , ateş boğazda yanma, burun tıkanıklığı veya akması, kas ağrıları olur. Bakteri denilen, antibiyotiğin etkilediği mikroplarla olan tonsillit, farenjit larenjit gibi enfeksiyonlarda ise şiddetli ateş ve boğaz ağrısı, ses kısıklığı, gıcık tarzında öksürük ve kırgınlık oluşur. Orta kulak iltihabında ise en belirgin özellik şiddetli kulak ağrısıdır. Akut Sinüzitte başağrısı burun tıkanıklığı başın ön kısmı ve elmacık kemikleri üzerinde dolgunluk hissi tipiktir. Akut bronşit ve zatürreede öksürük, kirli renkte balgam, nefes darlığı, göğüs ağrıları tabloya eklenir.
Tedavi nasıl yapılır?
Virüslerle oluşan enfeksiyonlar antibiyotiğe ihtiyaç göstermeden iyileşirler. İstirahat, bol sıvı alımı, vitaminler, ağrı kesiciler ve halk arasında antigripal adı ile bilinen dekonjestan- antihistaminik ilaçlarla iyileşir. Yalnızca gripte (influenza) özel virus ilaçları kullanılır.
Basit enfeksiyonlarda belirtiler 2-3 günde hafifler ve geriler. Daha çok bakterilerle olan tonsillit, farenjit, sinüzit ve orta kulak iltihabı gibi enfeksiyonlarda ise antibiyotik gerekebilir. Bu nedenle doktora başvurmak lazımdır. Temel prensip olarak 2-3 günde gerilemeyen belirtiler sözkonusu ise bir sağlık kuruluşuna başvurulması önerilir. Özellikle grip (İnfluenza) ve bakteriyel enfeksiyonlarlar tedavi edilmezse enfeksiyonların ilerlemesi sonucu ölüme kadar giden komplikasyonlara yol açabilirler.
En sık çocuklar hastalanıyor
Bu enfeksiyonlar en sık çocuklarda görülür. Yaşlılar ve şeker hastalığı , astım gibi kronik hastalığı olanlar diğer risk grubunu oluştururlar. Erişkinlerde ise vücudu dirençsiz kılan aşırı yorgunluk, stress, beslenme düzensizliği, soğuğa maruz kalma gibi durumlarda hastalık görülme sıklığı artar.
Toplumsal işler yapanlar dikkat
Meslek grubu olarak sağlık çalışanları, polis, itfaiye görevlileri, öğretmen ve asker gibi toplumsal işler yapan ve dış etkenlere daha çok maruz kalan gruplar risk altındadır. Okullar, kalabalık işyerleri ve ofisler, fabrikalar, bakımevleri gibi yerler, hastalığın kolayca yayıldığı ortamlardır.
Gripten aşı ile korunabilirsiniz
Grip bu hastalıklar içerisinde aşı ile korunulabilen en önemli hastalıktır. Hastalığın toplumda yayılmasını önlemek ve risk grubu olarak adlandırılan insanları korumak için her yıl grip aşısı yapılması önerilmektedir.
Grip aşısınının önerildiği gruplar :
• 6 ay- 18 yaş arası çocuklar ve gençler
• Kronik akciğer hastalığı olanlar ( Kronik Bronşit, Astım vb.)
• Bütün kalp damar hastaları (Yalnızca Hipertansiyonu olan hastalarda mutlak zorunlu değildir)
• Kronik böbrek, karaciğer hastalığı ve şeker gibi metabolik hastalığı olanlar
• Vücudu savunma sistemini zayıflatan kortizon veya immunsupresif denilen ilaçları kullananlar
• AIDS, kanser gibi vücudu direncini düşüren hastalığı olanlar
• Solunum sistemi çalışmasını bozan akciğer5 dışı hastalığı olanlar (Omurilik felçlileri, kas ve sinir sistemi hastalığı olanlar)
• Huzurevi ve bakımevinde kalanlar
• Hamileliğinde 3 ayı tamamlayan tüm hamileler
• Grip sezonu (sonbahar ve kış) hamile kalma olasılığı olanlar
• 50 yaş üstü erişkinler
• Sağlık personeli ve itfaiye polis gibi önemli, yaygın kamu hizmeti yapanlar
Liste her geçen gün genişlemekte ve toplumda korunma amacıyla nüfusun kalabalık olduğu yarlarde neredeyse toplumun tümünü aşılamaya doğru bir gidiş olduğu gözlenmektedir.
Grip aşısı bazı gruplara yapılmamaktadır. Bu gruplar şu şekilde sıralanabilir :
• Yumurtaya ciddi allerjisi olanlar
• Daha önce grip aşısına allerjik reaksiyon gösterenler
• Grip aşısından 6 aysonraya kadar olan dönemde Guillan Barre denilen kas hastalığı geçirmiş olanlar.
• 6 aydan küçük çocuklar.
• Ateşli hastalık geçirenler ( Ateşli hastalık tamamen düzelene kadar aşı yapılmaz )
Hastalıklardan korunmak için ne yapmalıyız?
Sonbaharda artan bu tip hastalıklardan korunmak için vücut direncini arttırmak gerekir. İyi beslenme, vitamin destekleri, düzenli uyku, spor ve mevsim şartlarına uygun giyinmek basit, bilinen ama etkili yollardır. Enfeksiyonu olan kişilerin solunum yolu temasının engellenmesi ( maske kullanmak, evde istirahat ederek kalabalık ortamlardan uzaklaşılması , hapşırma sırasında ağız ve burunun kağıt mendille kapatılması vb.) ve ellerini sık yıkayarak mikropları çevresindekilere kirli ellerle bulaştırmaması en önemli korunma yoludur. Bu sayede özellikle kalabalık bölgelerde hastalığın yaygın hale gelmesi engellenebilir. |
|
|
|
|
|
|